9 Eylül 2012 Pazar

uçurtMA

Uçurtmalara özenir misiniz?… Allı, morlu, çiçekli, kuyruklu uçurtmalar gökyüzünde özgürce salındıkça iç çeker insan.. Bir uçurtma gibi hür olsam, kendimi rüzgara sorgusuz sualsiz bıraksam, süzülüp aksam diye iç geçirir…

Oysa ne zordur bir uçurtma olmak bilir misiniz…
En parlak, en göz alıcı kağıtlardan yapılmış bir uçurtmaydım ben. Hani şu onlarca uçurtmanın içinden hemencecik seçiverdiğiniz, rüzgarla en büyük oyunları oynayan, en keskin çalımları atan uçurtmalardan.
En nihayetinde uçurtmaydım ama işte. İlk kuzey rüzgarına vuruluverdim. Gökyüzüdür benim ilacım, vuslatım. Beni gökyüzüne kavuşturacak ilk rüzgara sevdalandım, bıraktım kendimi. Rüzgar beni kanatlarımdan tutup göğün en yükseğine çıkarınca, işte dedim.. işte benim rüzgarım…
İpim erdiğince savruldum, ulaştım bulutlara. Sonra rüzgara duyduğum aşk o kadar büyüdü ki, gücüm yettiğince süzüldüm ve kurtuldum iplerimden.. Tamamdı işte… Rüzgarım, kurtarıcım, her şeyim, beni sonsuz özgürlüğe götürecekti. Sonsuza dek o nereye isterse oraya süzülmeye razıydım çünkü.

Taa ki bir gün beni dikenli tellere dolayıp, esiiip gidene kadar… Hiç dinmeyecek sandığım rüzgar, nasıl olup en çaresiz anda üzerime esmeyi bırakmıştı ki? İplerimi koparan rüzgar, beni tellerden kurtarmak için neden olanca gücüyle esip gürlememişti?..
Tellerden yırtılan kanatlarımın, dolanan kuyruğumun acısını unutmuş, rüzgarımın arkasından ağlamaya koyulmuştum…
Bir meltemin kulağıma fısıldadıklarıyla ürperdim. "O hiç senin rüzgarın olmadı ki.." dedi meltem ince ama derinden.
“Sen kendin atıldın önüne asi bir rüzgarın. Bile bile savurdun kendini oradan oraya… O asi rüzgarın seni sonsuza kadar sürüklemesini beklemiyordun heralde. Ama üzülme, senin yerin gökyüzü… Başka rüzgarlar esecek elbet, seni gökyüzüne kavuşturacak nice poyrazlar, lodoslar esecek. Yeter ki doğru rüzgara emanet et kendini…”
Ama nasıl? Bu yaralarla beni bu tellerden hiçbir rüzgar kurtaramaz artık. Tek rüzgarımı kaybettim ben, bu tellere mahkumum.
“Birgün bir çift el, belki de küçük bir çocuk tutup kurtarır seni bu tellerden… Dolaşan iplerini çözer, kuyruğunu onarır, belki eskisi gibi olmaz ama birkaç yama kurtarır gövdeni. Sonra kim bilir, belki seni tekrar gökyüzüne kavuşturacak bir rüzgar çıkagelir… Bir ince bahar esintisi, yaralarını incitmeden esen…”

Kim bilir.. Bu tel örgüler arasında zaten melteme inanmaktan başka çare yok. Birgün kurtulursam bu teller arasından, yeniden gökyüzüne kavuşmayı isteyecek gücü, cesareti bulursam kendimde, biliyorum… O yamalarda, yaralarda asi rüzgarın hatırası hep yaşayacak, çaresiz…
Ama dedim ya, uçurtma olmanın öyle hayal edilecek bir yanı yok işte… buluverirsin kendini ya iki dal arasında, ya tel örgüler içinde…

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Yakalayamayabilirsen Üzülme Sen!..

P.S. Bu yazı aşırı dozda kesin hüküm ve tek bölümle varılmış yargı içerir, demedi demeyin..
Ekranlar hasretle beklenen, eksikliği hissedilen mizah dizisine kavuşmuştur hayırlı uğurlu olsun. Star TV’nin agresif "yaz dizileri" stratejisi içinden sıyrılan bir iş var ki yaz dizisi olarak kalmayacağı aşikar. Yani rasyonel bir dünyada öyle olması gerek sanki..
İlk bölümü aşırı pozitif önyargıyla izledim itiraf etmek gerekirse. E bir Çalgı Çengi referansı var arkasında. Angara bebesiyiz ne de olsa, onun yeri ayrı.. Ahmet Kural, Murat Cemcir, Sadi Celil Cengiz üçlüsü var bir de. Selçuk Aydemir’in parmağı olduğunu da duyunca ister istemez çıta yükseliyor. Bekleneni de fazlasıyla karşılıyor ilk bölüm itibariyle, şahsım adına diyim yani.. 
Oyuncular inanılmaz doğal, kendilerini oynadıkları için değil sadece, hakkatten sanki oynamayıp yaşıyor gibiler. Cümleye gel, biraz saçma oldu ama işin özü, çok doğal kısaca. Absürdlük-doğallık dengesi başarılı. Espriler, her bir sahnedeki ayrıntılar, geçişler, herşey çok ince düşünülmüş altı çizilmiş. Güzel kafalarla yazılmış, çizilmiş, oynanmış belli..
Zaten doğallık, absürdlük dizilere girdi, ne de güzel oldu. Ekşici geyiğine dönecek biraz burdan sonrası ama, Leyla ile Mecnun bunu sektöre, izleyiciye en iyi şekilde kabul ettiren dizidir şüphesiz. Absürdlüğün dibine vuran, bir yandan da şah damarına basıp insanı duygulandırabilen bambaşka bir iş o, ilk göz ağrımız. Ya da Behzat Ç, doğallığın kitabını yazan, günlük hayatta öyle konuşulmaz aga böyle konuşulur, kayıpların acısı böyle yaşanır, ayar böyle veriliri en yalın haliyle gösteren, İstanbullulara bile Ankara’yı sevdirendir..
İşler Güçler de bir Leyla & Mecnun, bir Behzat Ç. gibi kendine farklı bir kulvar açacağını, uzun soluklu olacağını hissettirdi tek bölümle. ilk bölüm sonrası sosyal medyada dönen muhabbetlere bakarsak da öyle olacağa benzer. Gerçi Üsküdar’a Giderken’i de bağrına basan ciddi bir kitle vardı ama hak ettiğini bulamayan bir proje olarak geldi geçti. Allah sonunu benzetmesin ne diyelim =)
Neyse, sanki bana TV eleştirisi köşem var da oraya yazıyorum, gaza geldim gidiyorum tahliller tahliller..
 Son olarak “İşler Güçler”e ilişkin ufak yollu birkaç noktaya değinip kaçayım;
  • İnanılmaz ince detaylar, defalarca izlenebilecek sahneler
  • Söylemeyeni dövüyolarmış, Ahmet Kural nasıl bir mimik manyağı çıktı. Murat Cemcir'e maaşallah Allah bir çene vermiş, laf ebesi yaratmış, Telatabi Sadi hafazanallah gümrük memuru olarak kalaymış yazık olurmuş
  • Muhteşem müzikler – bir kez daha alkışlar Tolga Çebi’ye, elinin değdiği kötü bir iş görmedim sanırsam..
  • Oldukça enerjik, dinamik, hiç düşmeyen tempo (kaç bölüm böyle gider bilmiyorum ama, dendiğine göre senaryo stoğu en az 10-15 bölüm cepte imiş, yani hikaye tıkanması falan yaşanmayacak gibi..)
  • Sektör için farklı bir iş, güzel girişim
  • Konuk oyuncu ustalar süper, her bölüm devamı gelecek gibi. Şevket Çoruh, Cihat Tamer, Ahmet Mümtaz Taylan…
  • Yalnız sanki bayan cast’ta ufak bir sıkıntı mı var gibi. Neden böyle bilmiyorum ama sanki sektörde bir mizah kabiliyeti yüksek bayan oyuncu sıkıntısı var, nasıl olcek onu bilemedim..
Sonuç: İşler Güçler, “ne gada da datlı bi o gada farklı” bir iş olmuş.. takipteyiz ;)

1 Nisan 2012 Pazar

Antonius & Kleopatra

Oyun Atölyesi, yeni oyunu Antonius & Kleopatra’yı Mayıs sonunda Shakespeare’s Globe "Globe to Globe" festivalinde sergilemeye hazırlanıyor…
Hoş; ne festival meraklısıyız ne de Oyun Atölyesi’nin şuralarda buralarda oyun oyniciiz diye tanıtım yapmaya ihtiyacı var. Sadece İngiltere’deki tiyatro sever kardeşlerimiz için müthiş bir şans bir fırsattır efenim sevgili Haluk Bilginer’in en birinci oyuncu arkadaşlarıyla oralarda arz-ı endam etmeleri…


Nitekim festivalden bağımsız olarak, tıpkı diğer Atölye eserlerinde olduğu gibi, oyunun hazırlıklarının başladığını öğrendiğim yılbaşından bu yana yakın takipteydim. Hele de Haluk Bilginer ve Zerrin Tekindor bir arada anılınca ekstra bir heyecan basıyor insanı haliyle. Bilmeyenler için belirtelim, oyunların hazırlık sürecinde, 2-3 ay neyse artık, www.oyunatolyesi.com dan Prova Notlarını takip etmeniz, kendinizi tam anlamıyla oyunun bir parçası olarak hissetmeniz ve Allaaaaah oyuna X gün kaldı acaba hazırlar mıdır napıcaz lan diye bi de gereksiz strese girmeniz mümkün..

Nitekim, yaklaşık üç aylık bu prova sürecinden sonra, Mart sonunda oyunun prömiyeri gerçekleştirildi. Bir Atölye klasiği olarak, prömiyer haftası biletleri satışa çıkar çıkmaz biletler alındı, günler sayıldı, sonrasında oyun büyük bir heyecan ve de keyifle izlendi. Boşa stres yapmışız baya hazırlarmış =P

Neyse, gereksiz uzun girizgaha bir son verip oyuna geçersek, spoilerlık bir durum yok nihayetinde, malumunuz eser Shakespeare; Antonius, Kleopatra, Caesar, hep tanıdık bildik insanlar, büyük aşk, büyük hırs vs.. Ama Oyun Atölyesi’nde bir Kemal Aydoğan faktörü var ki, yönettiği her oyuna farklı bir dokunuşla, yorumla değişik bir boyut kazandırıyor bir şekilde.. Olması gerekeni yapıyor aslında işte, tam anlamıyla yönetiyor, farklılaştırıyor. E bi de eldeki kadroya bakın. Haluk Bilginer sahneye çıksa, 2 saat sadece sağa sola bakınsa, yine de oturur izler, vayyyyy beee adam gözleriyle oynadı neler neler anlattı diye bi tarafımdan hikayeler uydurur çıkarım ordan =) Zerrin Tekindor’u ilk duyduğumda “Kleopatra’yı iyi yorumlar, yakışır” demiştim.. Şimdi ise “bence Zerrin Tekindor’dan başkası bu kadar eğlenceli, derin, etkili bir Kleopatra yaratamazdı” diyorum. Haluk Bilginer’le elektrikleri, uyumları muhteşemdi..

Diğer oyuncular hakkında da haddimi aşarak birkaç kelam etmem gerekirse, hemen hepsi Oyun Atölyesi’nin diğer oyunlarından da aşina olduğumuz, severek takip ettiğimiz birbirinden değerli insanlar.
Kevork Malikyan’ı İlksen Başarır’ın TV dizisinde izlemiştim ilk kez ve malumunuz bir diziden yargıya varmak güçtür, sahnede izleme şansı bulduğum için çok mutlu oldum. Umarım Türkiye’de oyunculuğa, özellikle de tiyatroya devam eder.
Mert Fırat; içinde bulunduğu her işte olduğu gibi karakteri tamamen üzerine giymiş. Kendisini tekrar etmeyen naçizane oyunculuklarından birini izletti yine, çakı gibi, bol atarlı on numara bir Caesar yaratmış.
Birbirinden renkli 3 karakter; haberci, Eros, Seleucus ve de Onur Ünsal. Kendisini her zamanki gibi sevgiyle ve tebessümle anıyoruz =) hep derim, yine diyorum.. hep oynasın kendisi, izlemelere doyulmayan insan.
Emre Karayel de iki karakterle, Pompeius ve Scarus ile sahnede. Kostümler çok benzer olduğundan olabilir, saflığıma gelmiş olabilir, birden fazla karakter canlandıran birkaç oyuncu var ama ben en çok Pompeius-Scarus geçişinde zorlandım. Dur yaaa, en alakasız karakterler de onlardı esasen, benim saflığım olmuş tamam sustum..

Kleopatra’nın yancıları sevgili bayanlar, (Evrim Alasya ki aynı zamanda Octavia, Gözde Kırgız, Tuğçe Karaoğlan, Zeynep Alkaya) muhteşem enstrümanlar, birbirinden renkli ve başarılı kostümler.. Oyunun en keyifli yanı onlardı şüphesiz. Özellikle sahnede canlı fon müziği çok başarılı bir tercih olmuş (zaten klarnet varsa +100 puan :P) Müzik demişken Tolga Çebi’yi de anmadan geçmeyelim, yine müthiş bir katkısı var oyuna.
The last but not least, Muharrem Özcan ve Mehmet Özbek de oyuna emek veren, anılması gereken diğer iki oyuncu..

Genel anlamda hissiyatı özetlemek gerekirse, ki özetleme konusundaki başarısızlığım malum; muhteşem bir uyum, zaten kaliteli bir hikaye, bunu sonuna kadar size geçirebilen üst düzey oyunculuklar, ışığın gücüyle inanılmaz etkili hale gelen sade dekor vs. vs.. Oyuncuların hepsinin oyun süresince sahnede kalması özellikle oldukça değişik bir uygulamaydı ve bence çok keyifliydi. İlk etapta dikkat dağılır mı diye endişelendim ama bilakis; Onur Ünsal döktürürken Haluk Bilginer’in arkada onu nasıl içten bir tebessümle izlediğini görmek, Mert Fırat’ın arka planda, sahne yıkılsa değişmeyen sert Caesar duruşu ve ifadesi, hepsi ayrı bir renk ve farklılık kattı.

Mayıs sonuna kadar oldukça yoğun bir tempoda devam ediyor oyun, hala yer varsa sezon bitmeden koşun gidin izleyin derim.. Körü körüne Oyun Atölyesi PR’ı yapmıyorum valla. Eleştirilmesi gerektiğini düşündüğümde de eleştirmişliğimiz de vardır.. Mesela yine çok beğenmiştim ama İlker Aksum’a rağmen Macbeth bende “işte budur” etkisi yaratmamıştı. Ya da “Don Juan’ın Gecesi”ni izlediğimde sanki bişeyler eksik kalmıştı, yine çok iyiydi ama "mükemmel mutlaka izleyin" dememiştim kimseye. Ama bu oyun, Atölye’de izlediğim oyunlar arasında en iyilerdendi. O yüzden derim ki izleyiniz.. Gerekirse 26-27 Mayıs Londra =))

Adettendir, oyundan bir kuble anmadan da geçmeyeyimm..

“Ölçülebilen aşk, zavallı aşktır…” 

Ölçmeyiniz, ölçtürmeyiniz... sevgiler…


11 Şubat 2012 Cumartesi

"72. Kapanış Konuşması" by Emrah Serbes...

İnsan en az üç kişidir. Kendisi, olmak istediği kişi ve aradaki farkta yaşayan üçüncü. En sahicisi de bu üçüncüdür. Olmak istediğin kişiden kendini çıkardığında, aradaki farkta yaşayan kişidir en çok sana benzeyen. Ne kendin kadar huzursuz ne de olmak istediğin kişi kadar hayalidir o. Yine bu yüzden iki insanın birbirine âşık olması en az altı kişi arasında geçen bir hadisedir. Hangi kişiliğinin hangi kişiliğe, hangi parçanın hangi parçaya özlem duyduğunu çözemediğinde, içmeyi unuttuğun sigara parmaklarını yakana kadar karşı duvara bakarsın.
Ve o zaman anlarsın hayatının uzun zamandır neden başka birinin hikâyesiymiş gibi gözükmeye başladığını. Sokak lambalarının ölgün ışıkları karanlık odalara vurduğunda, duvar saatinin tik taklarından başka ses yokken yanında, sanki bir tek sana açıklanmayan bir sır varmış gibi beklerken anlarsın aslında boşa beklediğini. Tünelde sana yol gösterecek rehberin, karanlıktan başka bir şey olmadığını anlarsın. Anne diye ağlayan çocukların aradığının çoğu zaman şefkatli bir baba olduğunu anlarsın. Çekip gitmek isterken görünmez bir elin seni nasıl durdurduğunu anlarsın.
Kırk yaşında ama altmış gösteren adamlara daha dikkatli bakarsın o zaman. Kahvelerin dışarıyı göstermeyen isli camlarına. Berduşlara ve kör kedilere bakarsın. Gözbebekleri kaymış esrarkeşlere. Suyun üstüne çıkmış ölü balıklara. Havada asılı gibi duran yırtıcı kuşlara daha dikkatli bakarsın.
Çabalarının sonuç vermediğini gören umutsuz insanların bakışlarıyla ancak o zaman buluşur bakışların. Bir yağmur çaktırmadan dindiğinde. Bir gün çenesi ağzının içine kaçmış dişsiz ihtiyarlardan birinin de sen olabileceğini bilirsin artık. Bir gece ansızın, yapayalnız ölmekten korkarken, cesedimi komşular mı bulacak yoksa sayım memurlarımı diye düşünürken hissedersin göğüs kafesinde her gün biraz daha büyüyen, kimsenin kapatamayacağı o boşluğu. Bir kokuya sarılma isteğini. Bir ömür gibi geçmiş zor, uzun günlerden sonra anlarsın ruhunu zehirleyen karmakarışık düşünceleri. Büyük heyecanlardan sonra çöken bitkinlikleri. Kimsenin bulutlara bakmadığı bir şehirde bir lafı döndürüp dolaştırmadan anlatmanın imkansızlığını. Belki de insanın ne anlatacağını bilemediğinde şair olduğunu anlarsın.
Gözyaşların kurumadan gülmeye başlarsın o zaman. Çünkü bilirsin ki seni artık kimse kandıramaz kolay kolay. Mutsuz insanları kandırmak zordur çünkü. Hayata her zaman kuşkulu gözlerle bakan, mutsuz insanları kandırmak, herkes bilir bunu, çok ayıptır çünkü.



27 Ocak 2012 Cuma

Ankara'ya Öyle Yakışırdı ki Kar...

İstanbul’da bilmem kaçıncı kışım… Ama olmuyor işte.. İstanbul’da o huzurlu kar kış moduna girilmiyor. Bi kere İstanbul’da kar, “huzur” değil “kabus” anlamına geliyor. Günler öncesinden kar alarmları bilmem neler, neredeyse kar yağmasın diye toplu dualara çıkılacak.

Belki de bu yüzden kışları sevemez oldum İstanbul’a geldiğimden beri.. Oysa Ankara’da kar mı yağdı, nefes alamayası sıkılıkta atkılar dolanır, kat kat yünlü çoraplar giyilir, yine koşa koşa gidilirdi okula, işe… Karda şemsiye de açılmazdı.. Kar taneleri öldürmezdi çünkğ insanı, en fazla üzerinde eriyebilirdi.. Hem bütün kardan adamların yüzü, Ankara'nı isi gibi kömür siyahı da olsa gülümserdi; tıpkı kar biriksin diye bekleyip poşetini leğenini alıp sokağa fırlayan insanlar gibi. Kar Ankaralılar için kışın gelen, beklenen, özlenen bir misafir gibiydi..

Belki de bu yüzden hiç sevemez oldum kışları İstanbul’da. Ne zaman yağmur kara dönse, ben de gözlerimi kapayıp Ankara’ya dönüyorum. Çünkü Ankara’ya öyle yakışırdı ki kar…


Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar
Asfaltlar ışıldar, buz tutardı resmi yalanlar
Kimse kemen çalmazdı belki ama
Çok keman çalınsın balolarında diye yapılmış
Gri, sisli binalar...

Alnının ortasında
Ciddi bir devlet asabiyeti
Çok kötü günlermiş gibi en genç zamanlar
Bu zulüm, bu sevda bitmezmiş
Sevmek bir halkı sevmekse
Aşk o zaman sevmekmiş
Biz bir şeyi delice severiz ama tanrım neyi
Kahve önü çatlak mozaik
Bel kemiğine tehdit kürsüler üstünde
Çok sigara içen
Öğrenciler...

Bir daha asla yaşayamayacağı aşkları teğet geçerken
Hep onu sevmeyenleri severek
Hep onu sevenin gözlerinden Kalabalıklara kaçarak
Karışarak toplumcu, gerçekçi yalnızlıklara
Yüksek rakımlarda çatlamış dudaklarını
Bir izmirli güzele dayatmak varken
(Hep kardeş olacak değiliz ya,
Yaşasın halkların sevgililiği)
Soyut bir sevdaya beşik kertilmiş olan
Dağda çoban, şehirde şark çıbanı sayılan
Fırat'ın büyük elleri
Ararat'ın kızgın yelleri
Cilo'nun Derin nefesleri
Hülasa kente hukuk mukuk okumaya
Mümkünse o arada da memleketi kurtarmaya gelmiş
Anadolu çocukları

Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar
Asfaltlar ışıldar, buz tutardı resmi yalanlar
Belki balkona kar seyretmeye çıkar diye sevdiğimiz kızlar
Çok dibimiz donmuştur
Ve çoğu zaman bu kar mevzuu
Kızlara yeterince ilginç gelmemiştir

Hiç bir şey kapalı bir dükkan kadar
Hüzünlü gelmez Ankara'da
Yoksa bugün bir hayat yaşanmayacak mı duygusu
Çöker bütün bozkıra

Kimse keman çalmaz belki
Belki bu film hiç bir zaman
O kadar fiyakalı olmayacak ama
Hiç bir lahmacun da
O okul yolundaki üçüncü sınıf lokantanınkinin
Tadını vermeyecek bir daha
Çok daha iyilerini yedim sonra
Bizzat Urfa'da hatta
Ama hiçbirinde o kadar aç oturmadım sofraya

Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar
Çok yabancı soluk duyulur bazı
Bilinmez bir dilin ıslığından
Anla ki yine sıkıldı bizim konsolosluklardaki konuklar
Öyle deme Ankara'yı sevmeyene bir zulümdür
Bu kadar insanın neden Ankara'yı bu denli çok sevdiğini anlamadan
Ankara'da yaşamak

Yollarına hep sevdiğimiz insanların adlarını vermediler ama
Biz her duvara bir vesile
Onların adını yazarak yaşadık
Kül ve betondan mürekkep
Yaşadıkça yaşanılası gelen
O tuhaf bozkır kokusunda

Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar
Asfaltlar ışıldar, buz tutardı resmi yalanlar
Biz,
Şimdi kapalı bir kuruyemiş dükkanının
-ki bütün plan kar altında
Tuzsuz ayçekirdeği çitleyip
Yanı sıra Bafra içmektir-
Kötü ışıklandırılmış vitrininden
Umutsuzca içeri bakan
Kimliği gereğinden fazla sorgulanmış
Merhabadan çok çıkar ulan kimliğini denmiş
-Yani sistem kendi verdiği kimliği zırt pırt geri istemektedir-

Doğduğu yer yüzünden
Doğuştan kavgacı zannedilen
Ama pek çoğu kavgadan nefret eden
Kavgacı, esmer,cesur, korkak
Çoğu Kürt, çoğu Türk
Çocuklardık..

Ankara'ya öyle yağardı ki kar
Ha sonra Belki Ahmet Arif'in aklına gelmeyecek
Çünkü hiç kimse bir daha Ankara'yı onun kadar sevmeyecek
bir şiir işlenir
"Kar altındadır varoşlar
Hasretim nazlıdır Ankara"
Ustam yine de sen bilirsin ama
Hangi aralıkta bir şair ölmüşse
işte o en netameli aydır bence

Ankara'ya öyle yakışırdı ki kar...
Asfaltlar ışıldar...
Yalanlar...

Şimdi ve sonra
Ne zaman Ankara'ya kar yağsa
Elim, gönlüm, çocukluğum, buz tutar...


Yılmaz Erdoğan