9 Nisan 2013 Salı

En Kısa Andır Mucize

Yalnız kalmaktan daha kötü
şeyler de vardır hayatta
ama genellikle
bir ömür alır bunun
farkına varmak..
o zaman da
çok geçtir
ve çok geçten
daha kötü
bir şey yoktur
hayatta..

Bukowski, En Kısa Andır Mucize..


14 Mart 2013 Perşembe

32. İstanbul Film Falanı..

Festivale sayılı zaman kala, Lale Kart nimetlerinden faydalanarak biletleri hazır ettik beklemedeyiz..

Çeşitli yerlerde pek çok film önerileri yer alıyor.

Bu öneriler ve şahsi beklentilerim ışığında 10 film hedefledim, 9'unun bileti hazır ^.^

Filmlerin ikisi yerli, Ulusal kategoride yarışan filmler:

- Soğuk..  Uğur Yücel'den bu sefer Yazı-Tura tadında bir film bekleyenlerdenim. Ahmet Rıfat Şungar'ı da çok başarılı bulduğumu eklemeliyim..

- Sen Aydınlatırsın Geceyi.. Onur Ünlü'nün farklı tarzı, siyah beyaz bir atmosfer, olağanüstü(!) özellikleri olan kasaba halkı.. inanılmaz meraktayım..


Diğer yedi filme gelecek olursak;

- Gece Yarısından Önce (Before Midnight, Richard Linklater)
- Aklımı Oynatacağım (Los Amantes Pasajeros, Pedro Almodovar)
- Lanetli Kan (Stoker, Park Chan-Wook)
- Saksı Olmanın Faydaları (The Perks of Being a Wallflower, Stephen Chbosky)
- Kon-Tiki (Joachim Rønning & Espen Sandberg)
- Sadece Aşk (Dan Skaldede Frisør, Susanne Bier)
- Hayallerin Ötesinde (Imagine, Andrzej Jakimowski)


Festival sonrası değerlendirmeler yapılır ancak ben şimdiden çok seveceğime ve ehh diyeceğime inandığım filmler ve önyargılarımla hazırım =)

Rahatsızlık duyduğum bir konu ise, özellikle ilk gösterimlerin ağırlıklı olarak City's de yapılması.
Benzer sıkıntıyı FilmEkimi'nde de yaşadık, yahu orası ya da herhangi bir AVM sineması, festival tadı, kokusu, dokusu neyiyse işte, o ruhu yansıtamıyor.

Nankörlük ediyorum değil mi.. Hala Atlas, Beyoğlu, Rexx gibi sinemalarda film izleyebildiğimize dua etmeliyiz belki de!!.

6 Mart 2013 Çarşamba

Sezar'ın Hakkı Sezar'a..


Filmi gösterime girdiği ilk hafta izledim, çekimlerin başladığı günden hatta Yılmaz Erdoğan projeyi açıkladığından beri bekleyenlerdendim..
Bu hafta ikinci kez izledim hatta..
Bu arada film hakkında o kadar çok yorum okudum ki bu iki-üç haftada. Köşe yazıları, bloglar, twitter..

Filme ilişkin görüşlerimin de bu zaman zarfında nispeten değiştiğini hissettim sonra. Herkesin fikrinden kolay etkilendiğimden değil, farklı farklı fikirler okumak keyiflidir yoksa.. Hissiyatımdaki değişikliğin nedenine döneceğim..

Öncelikle bir kısmını kaybetsem de filme ilişkin hala baki olan oldukça olumlu görüşlerime değineyim;

- Vefa.. Şair olarak Yılmaz Erdoğan’ı nereye koyarsınız bilemem, ben severim şiirlerini. O veya bu şekilde de; adları küçük bir kitle tarafından bilinen, genç yaşta çaresiz ve acılı bir hayata veda etmiş iki genç şairi geniş kitlelere tanıtmak, hatırlatmak gibi bir misyon sırtlanmış. Tam da Uslu’nun dediği gibi, şimdi yüzlerce insan diyorlar ki arkalarından, onlar yalnız şiir yazardı.. Ne talihsiz adamlarmış deyip açıp şiirlerini okuyor insanlar mesela. Bu kapsamda filmin dokunduğu nokta takdire şayan kesinlikle. Rüştü Onur’un ardından çıkarılan “Mektubun Avcumda” kitabının ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun şiir kitabının tekrar tekrar basılması bile önemli bir gösterge.

- Herkesin mutabık olduğu gibi, görüntüler, çekimler, kamera açıları, renkler. Özellikle giriş sahnesi ve maden sahneleri, tek tek sayamayacağım birçok sahnenin görsel olarak oldukça etkileyici olduğu konusunda hemfikiriz.. Görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki'nin yanı sıra şiir gibi manzarasıyla Zonguldak’ın da burada payı büyük.

- Oyunculuklar kesinlikle kalbur üstü.. herkes elinden geleni yapmış, ciddi emek vermiş, aşikar.. 
Mert Fırat söz konusu oldu mu zaten peşinen şapka çıkarmaya hazır olduğum doğrudur.. Ama bu filmdeki performansı gerçekten inanılmaz, aksi bir görüş ne duydum ne de gördüm. Çaresizlik, umutsuzluk içinde teselliler, mutluluklar yaratmaya çalışan, yüzü gülen, içi kan ağlayan, hayatı seven, Mediha’sını seven Rüştü Onur’a mükemmel hayat vermiş kesinlikle Mert Fırat. Hele bir final sahnesi var ki, Rüştü’nün finali, gerçekten dişlerimi sıkarak soluksuz izledim. Ondan başka kimseyi düşünemiyorum bile bu rolde, öyle sahiplenmiş, öyle güzel üstlenmiş ki.. Bu film yurtdışı festivallerde galalarda gösteriliyor ya, işte en büyük sevincim; “Türkiye’de ne oyuncular varmış arkadaş!” dedirtecek bu performans kesinlikle.

- Kıvanç Tatlıtuğ’a, kendisini daha önce adam akıllı izlememiş olmanın da verdiği önyargıyla yaklaşmış olabilirim. İlk izlenim olarak onu da oldukça beğendim. İçine kapanık, sessiz sedasız Muzaffer’i gerçekten başarılı canlandırmış. Bakışları, mimikleri, özellikle bazı sahnelerde çok etkileyiciydi. Bazı tavırları biraz abartı geldi zaman zaman yalnız.. Tikler, tırnak yeme, hafif kambur duruşun gereksiz kaçtığını hissettiğim anlar oldu. Yine de beklentilerimin çok üzerindeydi, ileride daha da iyi olacağına şüphem yok, sinemada çok yeni olduğunu unutmamak lazım sonuçta..

- İki başrolün, Kıvanç Tatlıtuğ ve Mert Fırat’ın uyumları süperdi. İki dostun baş başa olduğu anlar filmin en duygu yüklü anlarıydı.. hem neşe hem keder anlamında. Böyle de olması gerekirdi zaten, ne de olsa “Zonguldaklı şairlerin" hikâyesiydi anlatılan. Ancak konu iki şair iken, aşk şiirin bahanesiyken, jenerikte ve afişlerde Belçim Bilgin’in başrol muamelesi görmesini biraz yadırgadım açıkçası. Bu film Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun şiire olan aşklarının, dostluklarının, amansız hastalıkla mücadelelerinin ve hüzünlü vedalarının hikayesi değil miydi sonuçta?..

- Olayın aşk meşk tarafına çok girmek istemiyorum, dediğim gibi bu filmin merkezinde benim için aşk değil dostluk var, ilk kez Hıncal Uluç ile aynı fikirde olabilirim hatta =)  Yine de buradan kısaca Belçim Bilgin’e bağlamam gerekirse konuyu, gözlemlediğim genel kanaatin aksine kendisinin 30’lu yaşlarda beyaz kurdeleli liseli halleri beni abartıldığı kadar rahatsız etmedi. Ancak nedense Muzaffer-Suzan aşkını çok derinden hissedemedim. Rüştü-Mediha aşkı daha gerçek, daha hisliydi sanki. Oyuncuların enerjisiyle, uyumuyla alakalı olabilir bu da tabi. Yeri gelmişken, Farah Zeynep Abdullah da rolünün hakkını fazlasıyla vermiş ve kısa süresine rağmen filme ağırlığını koymuş, ben çok başarılı buldum.

Filmi ilk izleyişimden bu zamana geçen sürede filme ilişkin görüşlerimin yön değiştirmesine neden olan faktöre gelecek olursam.. Bu faktör overdose marketing dalgası korkarım. Belki şu an benim de dahil olduğum, “herkes bu film hakkında güzel bir şeyler söylemeli, yazmalı” akımı..

"Kıvannçç ne kadar da zayıflamııışş, harikalar yaratmışş, dumur oldum" triplerine girmeyeni twitterdan atıyolarmış mesela sankim.

Ya da “Yılmaz Erdoğan sinemayı şiir gibi yeniden yazmış.. ustalık ona ne kadar da yakışıyor” klişesine düşmeyeni köşelerde kıstırıp dövüyor olabilirler..

Bir de “Türk sineması için bir umuttur, yeni çağdır, geleceğidir, yurtdışına açılan kapıdır..” kalıbı var olmazsa olmaz...


Dediğim gibi ilk izlediğimde çok daha uç noktada iyimser hissiyatlar içindeydim. Ama iletişim / PR kirliliği öyle bir seviyeye geldi ki, filmden soğutacak neredeyse..
Her yazıda her dergide Kıvanç Tatlıtuğ popülaritesi ve oldukça genç hayran kitlesi üzerinden yapılan tanıtım dalgası o kadar abartılı bir hal aldı ki, antipatik olmaya başladı artık. "Bilmem nerede Kıvanç Holywood yıldızları gibi karşılandı!.." konseptli magazinel başlıklar, köşe yazarlarının “o değil de Kıvanç olmuş, nasıl da olmuş, ne de güzel oynamış, Oscar'lık performans” tadında abartılı yorumları, filmdeki onca olmuşluğa gölge düşürüyor, filmin gündeme getirmesi gereken, konuşulması gereken gerçek konuları, filmin bizzat kendisini hatta arka plana itiyor.. popülizme kurban ediliyor onca emek.. 

Oyunculuklardan bahsetmekse amaç, o zaman takkeyi önüne koyacaksın, “Mert Fırat zaten bekleneni yapmış, Farah da iyiydi” deyip iki kelimeyle sallamayacaksın. Her projesinde kendini aşan bir Mert Fırat var ortada, Kıvanç'ın oyunculuğundaki gelişimi nasıl vurguluyorsan Mert'in performansını geçiştirmeyecek, altını çizmekten imtina etmeyeceksin.. Filmdeki tüm emeğe aynı oranda saygı göstereceksin ki inandırıcılığın olsun, kaş yapayım derken göz çıkıyor yoksa, filmi promote edeyim derken ters tepiyor, baltalamaktan öteye gidemiyor…

Çok muhabbet tez ayrılık getirir ya hani, umarım bu film de öyle bir dalgayla kendinden yemez.. Zira gerçekten yüksek bütçeli, sağlam prodüksiyonlu, seyir zevki yüksek, insanda izler bırakan, ciddi mesai harcanmış, emek verilmiş bir film. Türk sinemasının ne bugünü ne geleceğini bu filme yükleyemeyiz - bir kesimin yine övgü olayını abarttığı şekliyle - ancak kesinlikle önemli ve Türkiye sinemasına oldukça değer katan ve katacak olan bir iş olduğu aşikar.

Son olarak, filme şiirler, şiir gibi cümleler ağırlığını koyuyor.. Bir alıntı yapmadan geçmek olmaz :)

"Yolcu vedalaşmayı bilecek,
Ne uzun tutacak vedayı, ne de kısa kesecek..
Uzatmayacak vedaları, yoksa...
Yoksa gölgesi boyunu aşar.
Yolcu vazgeçmeyi bilecek, gerektiğinde kendinden bile.."

 


Ufacık not: Ahmet Mümtaz Taylan, Taner Birsel, Salih Kalyon, İpek Bilgin, Emin Gürsoy, Devrim Yakut gibi, filme emek veren, renk katan ustalara ayrıca saygılarımı sunarım naçizane :)) 

9 Eylül 2012 Pazar

uçurtMA

Uçurtmalara özenir misiniz?… Allı, morlu, çiçekli, kuyruklu uçurtmalar gökyüzünde özgürce salındıkça iç çeker insan.. Bir uçurtma gibi hür olsam, kendimi rüzgara sorgusuz sualsiz bıraksam, süzülüp aksam diye iç geçirir…

Oysa ne zordur bir uçurtma olmak bilir misiniz…
En parlak, en göz alıcı kağıtlardan yapılmış bir uçurtmaydım ben. Hani şu onlarca uçurtmanın içinden hemencecik seçiverdiğiniz, rüzgarla en büyük oyunları oynayan, en keskin çalımları atan uçurtmalardan.
En nihayetinde uçurtmaydım ama işte. İlk kuzey rüzgarına vuruluverdim. Gökyüzüdür benim ilacım, vuslatım. Beni gökyüzüne kavuşturacak ilk rüzgara sevdalandım, bıraktım kendimi. Rüzgar beni kanatlarımdan tutup göğün en yükseğine çıkarınca, işte dedim.. işte benim rüzgarım…
İpim erdiğince savruldum, ulaştım bulutlara. Sonra rüzgara duyduğum aşk o kadar büyüdü ki, gücüm yettiğince süzüldüm ve kurtuldum iplerimden.. Tamamdı işte… Rüzgarım, kurtarıcım, her şeyim, beni sonsuz özgürlüğe götürecekti. Sonsuza dek o nereye isterse oraya süzülmeye razıydım çünkü.

Taa ki bir gün beni dikenli tellere dolayıp, esiiip gidene kadar… Hiç dinmeyecek sandığım rüzgar, nasıl olup en çaresiz anda üzerime esmeyi bırakmıştı ki? İplerimi koparan rüzgar, beni tellerden kurtarmak için neden olanca gücüyle esip gürlememişti?..
Tellerden yırtılan kanatlarımın, dolanan kuyruğumun acısını unutmuş, rüzgarımın arkasından ağlamaya koyulmuştum…
Bir meltemin kulağıma fısıldadıklarıyla ürperdim. "O hiç senin rüzgarın olmadı ki.." dedi meltem ince ama derinden.
“Sen kendin atıldın önüne asi bir rüzgarın. Bile bile savurdun kendini oradan oraya… O asi rüzgarın seni sonsuza kadar sürüklemesini beklemiyordun heralde. Ama üzülme, senin yerin gökyüzü… Başka rüzgarlar esecek elbet, seni gökyüzüne kavuşturacak nice poyrazlar, lodoslar esecek. Yeter ki doğru rüzgara emanet et kendini…”
Ama nasıl? Bu yaralarla beni bu tellerden hiçbir rüzgar kurtaramaz artık. Tek rüzgarımı kaybettim ben, bu tellere mahkumum.
“Birgün bir çift el, belki de küçük bir çocuk tutup kurtarır seni bu tellerden… Dolaşan iplerini çözer, kuyruğunu onarır, belki eskisi gibi olmaz ama birkaç yama kurtarır gövdeni. Sonra kim bilir, belki seni tekrar gökyüzüne kavuşturacak bir rüzgar çıkagelir… Bir ince bahar esintisi, yaralarını incitmeden esen…”

Kim bilir.. Bu tel örgüler arasında zaten melteme inanmaktan başka çare yok. Birgün kurtulursam bu teller arasından, yeniden gökyüzüne kavuşmayı isteyecek gücü, cesareti bulursam kendimde, biliyorum… O yamalarda, yaralarda asi rüzgarın hatırası hep yaşayacak, çaresiz…
Ama dedim ya, uçurtma olmanın öyle hayal edilecek bir yanı yok işte… buluverirsin kendini ya iki dal arasında, ya tel örgüler içinde…

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Yakalayamayabilirsen Üzülme Sen!..

P.S. Bu yazı aşırı dozda kesin hüküm ve tek bölümle varılmış yargı içerir, demedi demeyin..
Ekranlar hasretle beklenen, eksikliği hissedilen mizah dizisine kavuşmuştur hayırlı uğurlu olsun. Star TV’nin agresif "yaz dizileri" stratejisi içinden sıyrılan bir iş var ki yaz dizisi olarak kalmayacağı aşikar. Yani rasyonel bir dünyada öyle olması gerek sanki..
İlk bölümü aşırı pozitif önyargıyla izledim itiraf etmek gerekirse. E bir Çalgı Çengi referansı var arkasında. Angara bebesiyiz ne de olsa, onun yeri ayrı.. Ahmet Kural, Murat Cemcir, Sadi Celil Cengiz üçlüsü var bir de. Selçuk Aydemir’in parmağı olduğunu da duyunca ister istemez çıta yükseliyor. Bekleneni de fazlasıyla karşılıyor ilk bölüm itibariyle, şahsım adına diyim yani.. 
Oyuncular inanılmaz doğal, kendilerini oynadıkları için değil sadece, hakkatten sanki oynamayıp yaşıyor gibiler. Cümleye gel, biraz saçma oldu ama işin özü, çok doğal kısaca. Absürdlük-doğallık dengesi başarılı. Espriler, her bir sahnedeki ayrıntılar, geçişler, herşey çok ince düşünülmüş altı çizilmiş. Güzel kafalarla yazılmış, çizilmiş, oynanmış belli..
Zaten doğallık, absürdlük dizilere girdi, ne de güzel oldu. Ekşici geyiğine dönecek biraz burdan sonrası ama, Leyla ile Mecnun bunu sektöre, izleyiciye en iyi şekilde kabul ettiren dizidir şüphesiz. Absürdlüğün dibine vuran, bir yandan da şah damarına basıp insanı duygulandırabilen bambaşka bir iş o, ilk göz ağrımız. Ya da Behzat Ç, doğallığın kitabını yazan, günlük hayatta öyle konuşulmaz aga böyle konuşulur, kayıpların acısı böyle yaşanır, ayar böyle veriliri en yalın haliyle gösteren, İstanbullulara bile Ankara’yı sevdirendir..
İşler Güçler de bir Leyla & Mecnun, bir Behzat Ç. gibi kendine farklı bir kulvar açacağını, uzun soluklu olacağını hissettirdi tek bölümle. ilk bölüm sonrası sosyal medyada dönen muhabbetlere bakarsak da öyle olacağa benzer. Gerçi Üsküdar’a Giderken’i de bağrına basan ciddi bir kitle vardı ama hak ettiğini bulamayan bir proje olarak geldi geçti. Allah sonunu benzetmesin ne diyelim =)
Neyse, sanki bana TV eleştirisi köşem var da oraya yazıyorum, gaza geldim gidiyorum tahliller tahliller..
 Son olarak “İşler Güçler”e ilişkin ufak yollu birkaç noktaya değinip kaçayım;
  • İnanılmaz ince detaylar, defalarca izlenebilecek sahneler
  • Söylemeyeni dövüyolarmış, Ahmet Kural nasıl bir mimik manyağı çıktı. Murat Cemcir'e maaşallah Allah bir çene vermiş, laf ebesi yaratmış, Telatabi Sadi hafazanallah gümrük memuru olarak kalaymış yazık olurmuş
  • Muhteşem müzikler – bir kez daha alkışlar Tolga Çebi’ye, elinin değdiği kötü bir iş görmedim sanırsam..
  • Oldukça enerjik, dinamik, hiç düşmeyen tempo (kaç bölüm böyle gider bilmiyorum ama, dendiğine göre senaryo stoğu en az 10-15 bölüm cepte imiş, yani hikaye tıkanması falan yaşanmayacak gibi..)
  • Sektör için farklı bir iş, güzel girişim
  • Konuk oyuncu ustalar süper, her bölüm devamı gelecek gibi. Şevket Çoruh, Cihat Tamer, Ahmet Mümtaz Taylan…
  • Yalnız sanki bayan cast’ta ufak bir sıkıntı mı var gibi. Neden böyle bilmiyorum ama sanki sektörde bir mizah kabiliyeti yüksek bayan oyuncu sıkıntısı var, nasıl olcek onu bilemedim..
Sonuç: İşler Güçler, “ne gada da datlı bi o gada farklı” bir iş olmuş.. takipteyiz ;)

1 Nisan 2012 Pazar

Antonius & Kleopatra

Oyun Atölyesi, yeni oyunu Antonius & Kleopatra’yı Mayıs sonunda Shakespeare’s Globe "Globe to Globe" festivalinde sergilemeye hazırlanıyor…
Hoş; ne festival meraklısıyız ne de Oyun Atölyesi’nin şuralarda buralarda oyun oyniciiz diye tanıtım yapmaya ihtiyacı var. Sadece İngiltere’deki tiyatro sever kardeşlerimiz için müthiş bir şans bir fırsattır efenim sevgili Haluk Bilginer’in en birinci oyuncu arkadaşlarıyla oralarda arz-ı endam etmeleri…


Nitekim festivalden bağımsız olarak, tıpkı diğer Atölye eserlerinde olduğu gibi, oyunun hazırlıklarının başladığını öğrendiğim yılbaşından bu yana yakın takipteydim. Hele de Haluk Bilginer ve Zerrin Tekindor bir arada anılınca ekstra bir heyecan basıyor insanı haliyle. Bilmeyenler için belirtelim, oyunların hazırlık sürecinde, 2-3 ay neyse artık, www.oyunatolyesi.com dan Prova Notlarını takip etmeniz, kendinizi tam anlamıyla oyunun bir parçası olarak hissetmeniz ve Allaaaaah oyuna X gün kaldı acaba hazırlar mıdır napıcaz lan diye bi de gereksiz strese girmeniz mümkün..

Nitekim, yaklaşık üç aylık bu prova sürecinden sonra, Mart sonunda oyunun prömiyeri gerçekleştirildi. Bir Atölye klasiği olarak, prömiyer haftası biletleri satışa çıkar çıkmaz biletler alındı, günler sayıldı, sonrasında oyun büyük bir heyecan ve de keyifle izlendi. Boşa stres yapmışız baya hazırlarmış =P

Neyse, gereksiz uzun girizgaha bir son verip oyuna geçersek, spoilerlık bir durum yok nihayetinde, malumunuz eser Shakespeare; Antonius, Kleopatra, Caesar, hep tanıdık bildik insanlar, büyük aşk, büyük hırs vs.. Ama Oyun Atölyesi’nde bir Kemal Aydoğan faktörü var ki, yönettiği her oyuna farklı bir dokunuşla, yorumla değişik bir boyut kazandırıyor bir şekilde.. Olması gerekeni yapıyor aslında işte, tam anlamıyla yönetiyor, farklılaştırıyor. E bi de eldeki kadroya bakın. Haluk Bilginer sahneye çıksa, 2 saat sadece sağa sola bakınsa, yine de oturur izler, vayyyyy beee adam gözleriyle oynadı neler neler anlattı diye bi tarafımdan hikayeler uydurur çıkarım ordan =) Zerrin Tekindor’u ilk duyduğumda “Kleopatra’yı iyi yorumlar, yakışır” demiştim.. Şimdi ise “bence Zerrin Tekindor’dan başkası bu kadar eğlenceli, derin, etkili bir Kleopatra yaratamazdı” diyorum. Haluk Bilginer’le elektrikleri, uyumları muhteşemdi..

Diğer oyuncular hakkında da haddimi aşarak birkaç kelam etmem gerekirse, hemen hepsi Oyun Atölyesi’nin diğer oyunlarından da aşina olduğumuz, severek takip ettiğimiz birbirinden değerli insanlar.
Kevork Malikyan’ı İlksen Başarır’ın TV dizisinde izlemiştim ilk kez ve malumunuz bir diziden yargıya varmak güçtür, sahnede izleme şansı bulduğum için çok mutlu oldum. Umarım Türkiye’de oyunculuğa, özellikle de tiyatroya devam eder.
Mert Fırat; içinde bulunduğu her işte olduğu gibi karakteri tamamen üzerine giymiş. Kendisini tekrar etmeyen naçizane oyunculuklarından birini izletti yine, çakı gibi, bol atarlı on numara bir Caesar yaratmış.
Birbirinden renkli 3 karakter; haberci, Eros, Seleucus ve de Onur Ünsal. Kendisini her zamanki gibi sevgiyle ve tebessümle anıyoruz =) hep derim, yine diyorum.. hep oynasın kendisi, izlemelere doyulmayan insan.
Emre Karayel de iki karakterle, Pompeius ve Scarus ile sahnede. Kostümler çok benzer olduğundan olabilir, saflığıma gelmiş olabilir, birden fazla karakter canlandıran birkaç oyuncu var ama ben en çok Pompeius-Scarus geçişinde zorlandım. Dur yaaa, en alakasız karakterler de onlardı esasen, benim saflığım olmuş tamam sustum..

Kleopatra’nın yancıları sevgili bayanlar, (Evrim Alasya ki aynı zamanda Octavia, Gözde Kırgız, Tuğçe Karaoğlan, Zeynep Alkaya) muhteşem enstrümanlar, birbirinden renkli ve başarılı kostümler.. Oyunun en keyifli yanı onlardı şüphesiz. Özellikle sahnede canlı fon müziği çok başarılı bir tercih olmuş (zaten klarnet varsa +100 puan :P) Müzik demişken Tolga Çebi’yi de anmadan geçmeyelim, yine müthiş bir katkısı var oyuna.
The last but not least, Muharrem Özcan ve Mehmet Özbek de oyuna emek veren, anılması gereken diğer iki oyuncu..

Genel anlamda hissiyatı özetlemek gerekirse, ki özetleme konusundaki başarısızlığım malum; muhteşem bir uyum, zaten kaliteli bir hikaye, bunu sonuna kadar size geçirebilen üst düzey oyunculuklar, ışığın gücüyle inanılmaz etkili hale gelen sade dekor vs. vs.. Oyuncuların hepsinin oyun süresince sahnede kalması özellikle oldukça değişik bir uygulamaydı ve bence çok keyifliydi. İlk etapta dikkat dağılır mı diye endişelendim ama bilakis; Onur Ünsal döktürürken Haluk Bilginer’in arkada onu nasıl içten bir tebessümle izlediğini görmek, Mert Fırat’ın arka planda, sahne yıkılsa değişmeyen sert Caesar duruşu ve ifadesi, hepsi ayrı bir renk ve farklılık kattı.

Mayıs sonuna kadar oldukça yoğun bir tempoda devam ediyor oyun, hala yer varsa sezon bitmeden koşun gidin izleyin derim.. Körü körüne Oyun Atölyesi PR’ı yapmıyorum valla. Eleştirilmesi gerektiğini düşündüğümde de eleştirmişliğimiz de vardır.. Mesela yine çok beğenmiştim ama İlker Aksum’a rağmen Macbeth bende “işte budur” etkisi yaratmamıştı. Ya da “Don Juan’ın Gecesi”ni izlediğimde sanki bişeyler eksik kalmıştı, yine çok iyiydi ama "mükemmel mutlaka izleyin" dememiştim kimseye. Ama bu oyun, Atölye’de izlediğim oyunlar arasında en iyilerdendi. O yüzden derim ki izleyiniz.. Gerekirse 26-27 Mayıs Londra =))

Adettendir, oyundan bir kuble anmadan da geçmeyeyimm..

“Ölçülebilen aşk, zavallı aşktır…” 

Ölçmeyiniz, ölçtürmeyiniz... sevgiler…


11 Şubat 2012 Cumartesi

"72. Kapanış Konuşması" by Emrah Serbes...

İnsan en az üç kişidir. Kendisi, olmak istediği kişi ve aradaki farkta yaşayan üçüncü. En sahicisi de bu üçüncüdür. Olmak istediğin kişiden kendini çıkardığında, aradaki farkta yaşayan kişidir en çok sana benzeyen. Ne kendin kadar huzursuz ne de olmak istediğin kişi kadar hayalidir o. Yine bu yüzden iki insanın birbirine âşık olması en az altı kişi arasında geçen bir hadisedir. Hangi kişiliğinin hangi kişiliğe, hangi parçanın hangi parçaya özlem duyduğunu çözemediğinde, içmeyi unuttuğun sigara parmaklarını yakana kadar karşı duvara bakarsın.
Ve o zaman anlarsın hayatının uzun zamandır neden başka birinin hikâyesiymiş gibi gözükmeye başladığını. Sokak lambalarının ölgün ışıkları karanlık odalara vurduğunda, duvar saatinin tik taklarından başka ses yokken yanında, sanki bir tek sana açıklanmayan bir sır varmış gibi beklerken anlarsın aslında boşa beklediğini. Tünelde sana yol gösterecek rehberin, karanlıktan başka bir şey olmadığını anlarsın. Anne diye ağlayan çocukların aradığının çoğu zaman şefkatli bir baba olduğunu anlarsın. Çekip gitmek isterken görünmez bir elin seni nasıl durdurduğunu anlarsın.
Kırk yaşında ama altmış gösteren adamlara daha dikkatli bakarsın o zaman. Kahvelerin dışarıyı göstermeyen isli camlarına. Berduşlara ve kör kedilere bakarsın. Gözbebekleri kaymış esrarkeşlere. Suyun üstüne çıkmış ölü balıklara. Havada asılı gibi duran yırtıcı kuşlara daha dikkatli bakarsın.
Çabalarının sonuç vermediğini gören umutsuz insanların bakışlarıyla ancak o zaman buluşur bakışların. Bir yağmur çaktırmadan dindiğinde. Bir gün çenesi ağzının içine kaçmış dişsiz ihtiyarlardan birinin de sen olabileceğini bilirsin artık. Bir gece ansızın, yapayalnız ölmekten korkarken, cesedimi komşular mı bulacak yoksa sayım memurlarımı diye düşünürken hissedersin göğüs kafesinde her gün biraz daha büyüyen, kimsenin kapatamayacağı o boşluğu. Bir kokuya sarılma isteğini. Bir ömür gibi geçmiş zor, uzun günlerden sonra anlarsın ruhunu zehirleyen karmakarışık düşünceleri. Büyük heyecanlardan sonra çöken bitkinlikleri. Kimsenin bulutlara bakmadığı bir şehirde bir lafı döndürüp dolaştırmadan anlatmanın imkansızlığını. Belki de insanın ne anlatacağını bilemediğinde şair olduğunu anlarsın.
Gözyaşların kurumadan gülmeye başlarsın o zaman. Çünkü bilirsin ki seni artık kimse kandıramaz kolay kolay. Mutsuz insanları kandırmak zordur çünkü. Hayata her zaman kuşkulu gözlerle bakan, mutsuz insanları kandırmak, herkes bilir bunu, çok ayıptır çünkü.