6 Mart 2013 Çarşamba

Sezar'ın Hakkı Sezar'a..


Filmi gösterime girdiği ilk hafta izledim, çekimlerin başladığı günden hatta Yılmaz Erdoğan projeyi açıkladığından beri bekleyenlerdendim..
Bu hafta ikinci kez izledim hatta..
Bu arada film hakkında o kadar çok yorum okudum ki bu iki-üç haftada. Köşe yazıları, bloglar, twitter..

Filme ilişkin görüşlerimin de bu zaman zarfında nispeten değiştiğini hissettim sonra. Herkesin fikrinden kolay etkilendiğimden değil, farklı farklı fikirler okumak keyiflidir yoksa.. Hissiyatımdaki değişikliğin nedenine döneceğim..

Öncelikle bir kısmını kaybetsem de filme ilişkin hala baki olan oldukça olumlu görüşlerime değineyim;

- Vefa.. Şair olarak Yılmaz Erdoğan’ı nereye koyarsınız bilemem, ben severim şiirlerini. O veya bu şekilde de; adları küçük bir kitle tarafından bilinen, genç yaşta çaresiz ve acılı bir hayata veda etmiş iki genç şairi geniş kitlelere tanıtmak, hatırlatmak gibi bir misyon sırtlanmış. Tam da Uslu’nun dediği gibi, şimdi yüzlerce insan diyorlar ki arkalarından, onlar yalnız şiir yazardı.. Ne talihsiz adamlarmış deyip açıp şiirlerini okuyor insanlar mesela. Bu kapsamda filmin dokunduğu nokta takdire şayan kesinlikle. Rüştü Onur’un ardından çıkarılan “Mektubun Avcumda” kitabının ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun şiir kitabının tekrar tekrar basılması bile önemli bir gösterge.

- Herkesin mutabık olduğu gibi, görüntüler, çekimler, kamera açıları, renkler. Özellikle giriş sahnesi ve maden sahneleri, tek tek sayamayacağım birçok sahnenin görsel olarak oldukça etkileyici olduğu konusunda hemfikiriz.. Görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki'nin yanı sıra şiir gibi manzarasıyla Zonguldak’ın da burada payı büyük.

- Oyunculuklar kesinlikle kalbur üstü.. herkes elinden geleni yapmış, ciddi emek vermiş, aşikar.. 
Mert Fırat söz konusu oldu mu zaten peşinen şapka çıkarmaya hazır olduğum doğrudur.. Ama bu filmdeki performansı gerçekten inanılmaz, aksi bir görüş ne duydum ne de gördüm. Çaresizlik, umutsuzluk içinde teselliler, mutluluklar yaratmaya çalışan, yüzü gülen, içi kan ağlayan, hayatı seven, Mediha’sını seven Rüştü Onur’a mükemmel hayat vermiş kesinlikle Mert Fırat. Hele bir final sahnesi var ki, Rüştü’nün finali, gerçekten dişlerimi sıkarak soluksuz izledim. Ondan başka kimseyi düşünemiyorum bile bu rolde, öyle sahiplenmiş, öyle güzel üstlenmiş ki.. Bu film yurtdışı festivallerde galalarda gösteriliyor ya, işte en büyük sevincim; “Türkiye’de ne oyuncular varmış arkadaş!” dedirtecek bu performans kesinlikle.

- Kıvanç Tatlıtuğ’a, kendisini daha önce adam akıllı izlememiş olmanın da verdiği önyargıyla yaklaşmış olabilirim. İlk izlenim olarak onu da oldukça beğendim. İçine kapanık, sessiz sedasız Muzaffer’i gerçekten başarılı canlandırmış. Bakışları, mimikleri, özellikle bazı sahnelerde çok etkileyiciydi. Bazı tavırları biraz abartı geldi zaman zaman yalnız.. Tikler, tırnak yeme, hafif kambur duruşun gereksiz kaçtığını hissettiğim anlar oldu. Yine de beklentilerimin çok üzerindeydi, ileride daha da iyi olacağına şüphem yok, sinemada çok yeni olduğunu unutmamak lazım sonuçta..

- İki başrolün, Kıvanç Tatlıtuğ ve Mert Fırat’ın uyumları süperdi. İki dostun baş başa olduğu anlar filmin en duygu yüklü anlarıydı.. hem neşe hem keder anlamında. Böyle de olması gerekirdi zaten, ne de olsa “Zonguldaklı şairlerin" hikâyesiydi anlatılan. Ancak konu iki şair iken, aşk şiirin bahanesiyken, jenerikte ve afişlerde Belçim Bilgin’in başrol muamelesi görmesini biraz yadırgadım açıkçası. Bu film Rüştü Onur ve Muzaffer Tayyip Uslu’nun şiire olan aşklarının, dostluklarının, amansız hastalıkla mücadelelerinin ve hüzünlü vedalarının hikayesi değil miydi sonuçta?..

- Olayın aşk meşk tarafına çok girmek istemiyorum, dediğim gibi bu filmin merkezinde benim için aşk değil dostluk var, ilk kez Hıncal Uluç ile aynı fikirde olabilirim hatta =)  Yine de buradan kısaca Belçim Bilgin’e bağlamam gerekirse konuyu, gözlemlediğim genel kanaatin aksine kendisinin 30’lu yaşlarda beyaz kurdeleli liseli halleri beni abartıldığı kadar rahatsız etmedi. Ancak nedense Muzaffer-Suzan aşkını çok derinden hissedemedim. Rüştü-Mediha aşkı daha gerçek, daha hisliydi sanki. Oyuncuların enerjisiyle, uyumuyla alakalı olabilir bu da tabi. Yeri gelmişken, Farah Zeynep Abdullah da rolünün hakkını fazlasıyla vermiş ve kısa süresine rağmen filme ağırlığını koymuş, ben çok başarılı buldum.

Filmi ilk izleyişimden bu zamana geçen sürede filme ilişkin görüşlerimin yön değiştirmesine neden olan faktöre gelecek olursam.. Bu faktör overdose marketing dalgası korkarım. Belki şu an benim de dahil olduğum, “herkes bu film hakkında güzel bir şeyler söylemeli, yazmalı” akımı..

"Kıvannçç ne kadar da zayıflamııışş, harikalar yaratmışş, dumur oldum" triplerine girmeyeni twitterdan atıyolarmış mesela sankim.

Ya da “Yılmaz Erdoğan sinemayı şiir gibi yeniden yazmış.. ustalık ona ne kadar da yakışıyor” klişesine düşmeyeni köşelerde kıstırıp dövüyor olabilirler..

Bir de “Türk sineması için bir umuttur, yeni çağdır, geleceğidir, yurtdışına açılan kapıdır..” kalıbı var olmazsa olmaz...


Dediğim gibi ilk izlediğimde çok daha uç noktada iyimser hissiyatlar içindeydim. Ama iletişim / PR kirliliği öyle bir seviyeye geldi ki, filmden soğutacak neredeyse..
Her yazıda her dergide Kıvanç Tatlıtuğ popülaritesi ve oldukça genç hayran kitlesi üzerinden yapılan tanıtım dalgası o kadar abartılı bir hal aldı ki, antipatik olmaya başladı artık. "Bilmem nerede Kıvanç Holywood yıldızları gibi karşılandı!.." konseptli magazinel başlıklar, köşe yazarlarının “o değil de Kıvanç olmuş, nasıl da olmuş, ne de güzel oynamış, Oscar'lık performans” tadında abartılı yorumları, filmdeki onca olmuşluğa gölge düşürüyor, filmin gündeme getirmesi gereken, konuşulması gereken gerçek konuları, filmin bizzat kendisini hatta arka plana itiyor.. popülizme kurban ediliyor onca emek.. 

Oyunculuklardan bahsetmekse amaç, o zaman takkeyi önüne koyacaksın, “Mert Fırat zaten bekleneni yapmış, Farah da iyiydi” deyip iki kelimeyle sallamayacaksın. Her projesinde kendini aşan bir Mert Fırat var ortada, Kıvanç'ın oyunculuğundaki gelişimi nasıl vurguluyorsan Mert'in performansını geçiştirmeyecek, altını çizmekten imtina etmeyeceksin.. Filmdeki tüm emeğe aynı oranda saygı göstereceksin ki inandırıcılığın olsun, kaş yapayım derken göz çıkıyor yoksa, filmi promote edeyim derken ters tepiyor, baltalamaktan öteye gidemiyor…

Çok muhabbet tez ayrılık getirir ya hani, umarım bu film de öyle bir dalgayla kendinden yemez.. Zira gerçekten yüksek bütçeli, sağlam prodüksiyonlu, seyir zevki yüksek, insanda izler bırakan, ciddi mesai harcanmış, emek verilmiş bir film. Türk sinemasının ne bugünü ne geleceğini bu filme yükleyemeyiz - bir kesimin yine övgü olayını abarttığı şekliyle - ancak kesinlikle önemli ve Türkiye sinemasına oldukça değer katan ve katacak olan bir iş olduğu aşikar.

Son olarak, filme şiirler, şiir gibi cümleler ağırlığını koyuyor.. Bir alıntı yapmadan geçmek olmaz :)

"Yolcu vedalaşmayı bilecek,
Ne uzun tutacak vedayı, ne de kısa kesecek..
Uzatmayacak vedaları, yoksa...
Yoksa gölgesi boyunu aşar.
Yolcu vazgeçmeyi bilecek, gerektiğinde kendinden bile.."

 


Ufacık not: Ahmet Mümtaz Taylan, Taner Birsel, Salih Kalyon, İpek Bilgin, Emin Gürsoy, Devrim Yakut gibi, filme emek veren, renk katan ustalara ayrıca saygılarımı sunarım naçizane :)) 

1 yorum:

  1. Başarılı, olabildiğince nesnel bir eleştiri. Lütfen devam, sanatımızın çeşitli alanlarda gelişimi için çok gerekli. Titiz incelemeniz çok güzel. Takibe devam edeceğim.

    YanıtlaSil